Samsun
+3...+13° C

SSB TV

Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Birinci Oturum Tartışma Bölümü

Katılımcı: Ben İstanbul’da çalışıyorum, ama aslında uzun yıllar Ankara’da gazetecilik yaptım. Doğrudan MGK toplantılarını izlemiş olmamakla birlikte, bir-iki gözlemimi paylaşmak istiyorum. Eskiden Milli Güvenlik Genel Sekreterliği çok önemsenen bir kurumdu, şimdi ordunun bile sırtını çevirdiği, küçümseyerek baktığı bir kurum haline geldi; ancak bundan tabii ki bir sivilleşme yaşandığı sonucunu çıkartamayız. Gene MGK’da sivillerin sayısının artmış olmasını da askerin rolünün azalması sonucunu verdiğini söyleyemeyiz. Şunu sormak istiyorum: MGK’dan çıkan kararlar hükümetin davranış biçimini ne kadar etkiliyor? Ben son dönemlerde çok da etkilemediği düşüncesindeyim. Belki paneldeki diğer gazeteciler de katkıda bulunmak ister. Örneğin hatırlıyorum, eski Genelkurmay başkanı “Ben Kuzey Irak’taki hiçbir Kürt liderle konuşmam” demişti. Şimdiki hükümet ise bunu kaale almadan -tabii ki belli bir süreç içinde- sizlerin de belirttiği toplumsal endişeler nedeniyle, kendi belirlediği politikayı devam ettiriyor.

 Katılımcı: Burada çözüm önerileri sunulmasına yönelik beklentime yanıt bulamadım. Durum tespiti yapmaktan büyük zevk alırken somut çözümler önermekten kaçındığımızı düşünüyorum. Olaylara neden bir tarihi perspektif içinden bakılmadığını merak ediyorum. Ali Bayramoğlu’nun “Bir ordu imparatorluğundan geçiyoruz” şeklindeki isabetli tespitine bazı ilavelerde bulunmak istiyorum. Her Genelkurmay başkanı “Biz cumhuriyet, demokrasi, laiklik, hukuk devletinden tarafız” diyor. Bana göre, Türkiye’nin siyasi yapısı sağlıklı olsaydı, 1946 yılında seçilen siyasi model doğru olsaydı ve o süreci sağlıklı sürdürebilseydik bugün bunları konuşuyor olmazdık. Bu bir varsayım, tartışılmalı elbette, ama bizler tartıştırılmıyoruz zaten. Şunu da iddia ediyorum: Eğer Türkiye’nin demokrasisi, Amerika veya Almanya’daki gibi adım adım gelişseydi bunların hiçbiri olmazdı. Amerika’da on yıl yaşadım, Amerika siyasetini yakinen takip ediyorum ve bugün şartlar uygun olsaydı orada da ordunun gündeme müdahale edeceğini düşünüyorum. Meseleleri bütünsel olarak ele almamızda yarar var. Kenan Evren “Milli Güvenlik Kurulu, Senato’nun görevini yapacaktır” demiş, bu kurumla bir daha siyasetçilerin ihtilale neden olmasını önlemeyi hedeflediğini belirtmişti.

Katılımcı: Ben özellikle üniversite-ordu ilişkisinin araştırılmaya muhtaç tarafları olduğunu vurgulamak istiyorum. İllegal ilişkiler çerçevesini bir yana bırakıyorum, bu konu zaten yargıda; ama adeta kanıksanmış, rutin bir ilişki söz konusu. Üniversite rektörleri, Üniversitelerarası Kurul üzerinden Genelkurmay’da toplantılar yapardı. Bugün de akademik çevrelerin ordu vesayeti konusundaki tavırları ilginçtir; ortalamanın üstünde bir vesayet yanlısı eğilim vardır üniversitelerde, bunu hatırlamak lazım. İkincisi de yardım zaten bilinen bir konu, ama bu çerçevede en azından sözünü etmek gerektiğini düşünüyorum.


 

Katılımcı: Bir Kürt sivil kuruluşu adına burada bulunuyorum. Vesayetin sivil siyaset üzerindeki etkisinin şeklen de olsa azaldığını görüyoruz, ama bu vesayet yargı üzerine kaymakta, adeta yargı bugün demokrasi önünde bir engel olarak durmaya çalışmakta. Yüksek yargının, anayasal yargının şu anda demokratik gelişmeleri nasıl engellediğini görüyoruz. Bugün Van’da Ferhat Sarıkaya hakkında yüksek yargının vermiş olduğu kararı göz önünde bulundurursak, Anadolu’da görev yapan savcıların, hâkimlerin bağımsız bir karar verebileceğini düşünebilir miyiz? Yargının sivil elbise giymesi, sivil olduğunun ifadesi gibi görülebilir mi? TSK’nın etkisi kalkmadığı sürece yargının bağımsız karar verme imkânına kavuşması mümkün değil; dolayısıyla yargının mutlak derecede demokratikleşmesi gerekir. Aksi takdirde vesayetin siyaset üzerindeki sonucu tekrar yargıya intikal etmektedir. Yargı bağımsız demokratik bir karar vermediği sürece, demokratikleşmenin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Ben üç davada mahkum edildim, bu davaların sonuçlarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdüm. Üçünde de beraat ettiğim gibi, devleti mahkûm etti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Bence bugün artık ordunun siyaset üzerinde kısmen de olsa, şeklen de olsa bir azalma var. Artık siyaset bağımsız hareket etme kabiliyetine bir ölçüde kavuşmuş durumda. Peki, yargı ne olacak, yargıyı kime şikâyet edeceğiz? Bence Türkiye’de problemlerden biri budur.

Katılımcı: Marmara Grubu Vakfı’nı temsilen geliyorum. Ben de tam tersini söyleyeceğim arkadaşımın söylediklerinin. Ne zaman ki siyasetin yargı üzerindeki etkisi kalkarsa, o zaman daha fazla demokratikleşme olur. Tabii arkadaşımın dediğine de katılıyorum; asker ya da sivil yönetim yargıyı kendi vesayeti altına almaya gayret etmediği sürece bu ülkede demokrasi gelişebilir. OYAK konusunda bir soru yöneltmek istiyorum. Bildiğim kadarıyla vakıfların da holdingler, şirketler kurma ve vergiden muaf olma hakkı vardır var. Diğer taraftan Avrupa’dan bir örnek vereyim. Almanya’da, Bavyera’da kamu çalışanlarının OYAK’a benzer bir kuruluşu vardır ve emekli olduktan sonra ayrıca o kuruluştan da bir emekli aylığı almaktadırlar. Acaba böyle bir karşılaştırma yapıldı mı?

Katılımcı: Türk ordusu bir NATO ordusudur. Türkiye siyasetinde ordunun rolünün değişmesi ve değiştirilmek istenmesini bu bağlamda değerlendirebilir misiniz? İkincisi, bugünlerde ordunun rolünün değiştirilmek istenmesini ABD’nin bölgesel düzenlemeleriyle birlikte okumak zorlama bir değerlendirme midir? Katılımcı: Ekonomiye ilişkin yapılan açıklamaları dinlerken CIA’in bütün dünyada büyük büyük şirketler kurup ticaret yapmasını hatırladım. Acaba bunu bize muka-yeseli bir şekilde anlatabilir misiniz? OYAK’ın sermaye gücü, sanki CIA gibi dünyanın ekonomisine ve siyasetine etki yapar şekilde. Bu iki kurumun benzer ve farklı tarafları nelerdir?


 

 İsmet Akça: Benim konuşmamdan yola çıkan iki soruyu yanıtlayayım. Vakıfların holding kurma hakkı ve vergi muafiyetleri vardır, ama OYAK bir vakıf değildir; yani özel bir yasayla kurulmuştur, Vakıflar Kanunu’na tabi değildir. Özel bir yasayla, özel bir dönemde kurulmuş olduğundan kendi özel yasasının düzenlemelerine tabidir. Vergiden muafiyet dönem dönem belli sermaye gruplarına da tanınır, holdinglere dair de bu tarz düzenlemeler vardır. Meselenin asıl boyutu bence, iktisadi alanda var olmaması gereken bir yapının varlığıdır. Dünyanın her yerinde emeklilik fonları vardır, ama burada saydığım ülkeler dışında dünyada demokrasinin görece daha yerleşikleştiği ülkelerde orduların bu tarz emeklilik fonlarına talip olmadığını görürsünüz; olduğu durumlarda da fonlar bu tarz dev şirketlere sahip değildir, genelde o paralar borsa gibi yatırım alanlarında kullanılır ve kazanılan getiri üyelere dağıtılır. Dolayısıyla OYAK, yapısı daha ilk günden itibaren başka türlü tasarlandığından, dünyadaki diğer emeklilik fonlarına çok fazla benzemez. Bavyera örneğinde kamu çalışanlarından söz edildi. Türkiye’de OYAK üzerinde de 60’larda-70’lerde “üçüncü sektör”, “farklı bir model” gibi tartışmalar dönmüştür. Buradan hareketle 70’lerin başında İşçi Yardımlaşma Kurumu, Memur Yardımlaşma Kurumu (MEYAK) gibi kurumlar kurulmuştur ama şu anda hiçbiri ortada yoktur; çünkü hiçbirine yasalarla bu tarz imkânlar tanınmamıştır. En son MEYAK için o dönemde toplanmış paralar 80’lerin başında işte iade edilmiş ve hiçbiri böyle bir yapıya dönüşememiştir. CIA şirket mi bilemem, kolay bir mesele değil bu. Ama “Amerikan çokuluslu şirketleri, CIA’in şirketleridir” gibi bir varsayım söz konusuysa, bu doğru bir varsayım sayılmaz. Hiçbir ilişki o kadar araçsalcı değildir. OYAK dünya ekonomisini bırakın, Türkiye ekonomisini de tabii ki tek başına belirleyemez. Türkiye ekonomisi, o kadar küçük bir ekonomi değildir. Örneğin Pakistan daha farklı bir örnektir, çokyapılıdır. Orada kara kuvvetlerinin bir holding yapısı vardır falan ve çok daha etkilidir ülke ekonomisinde. Türkiye’de durum tam olarak böyle değildir, ama OYAK en büyük holdinglerden biridir ve ekonomideki bütün yarılmaların, çatışmaların, ittifakların bir parçasıdır. Orduyu siyasal hayatta kadir-i mutlak bir güç olarak tarif etmek çok doğru değildir. Tarihsel bağlama gelince, tekil tekil dönemlere bakmak, oradaki güçler ilişkilerini değerlendirmek ayrı bir oturumu gerektirir. Türkiye’de ordunun yapısal, kurumsal birtakım güç imkânları vardır. Biz burada bunları resmetmeye, nelerin değiştiğini dile getirmeye çalıştık. Bana göre, bundan sonraki adım dış imkânların nasıl kullanıldığına bakmaktır. Orada gerçekten somut güç ilişkileri analizine girersiniz. Bazen imkân orada potansiyel olarak dururken değerlendiremezsiniz, bazen de çok yoğun bir şekilde hayata geçirebilirsiniz.


 

Ali Bayramoğlu: Evet, İsmet’in söylediği doğru. Türkiye gibi askeri vesayet toplumlarında meselenin siyasal, hukuksal, toplumsal, tarihsel bir dizi boyutu vardır; ordu konusu adeta başlı başına bir disiplin oluşturur. Dolayısıyla burada hepsinin altını çizmemiz, tüm bu boyutları belirtmemiz mümkün değil. Özerklikleri sayarken “idari özerklik” çerçevesinde Genelkurmay Başkanlığı’nın bir mıknatıs görevi yaptığını ve askeri yargı yapısının da oraya bağlı olduğunu söylemek istedim. Belki bunu biraz açmak gerekir. Türkiye’de askeri vesayet düzeyinin en önemli araçlarından biri, iki başlı bir yargı düzeyinin, iki başlı bir devlet sisteminin mevcudiyetidir. Yüksek Askeri İdare Mahkemesi’nin varlığı bu açıdan belirleyicidir. Bu mahkeme askeri danıştay fonksiyonunu yerine getirmekte, bireyin devletle olan ilişkilerinde asker ile sivili birbirinden ayırmakta ve askeri yargı makamını Genelkurmay başkanına (sicil amiri) kılmaktadır. Üniversiteler ise bence fiili alana girer. Üniversite-ordu ilişkisi yeni bir ilişki değildir. 27 Mayıs’ta Sıddık Sami Onar’ların, Tarık Zafer Tunaya’ların aktif darbe çağrıcılığı yaptıkları, askerle el ele verdikleri, kurucu meclisin üyesi oldukları, anayasayı yaptıkları bilinir. 1980’de kimi öğretim üyelerinin 1402’lik olması, asker emriyle üniversiteden atılmaları diğer öğretim üyelerinin ihbarıyla olmuştur. Bir dizi benzer hadiseyi tartışabiliriz, ama asıl önemli olan ve bugüne yönelik olarak kalıcı nitelik taşıyan 28 Şubat sonrası Genelkurmay’ın doğrudan doğruya üniversite idari bilimleriyle ilişki kurmaya başlamasıdır. NATO ve ABD’yle ilgili bir arkadaşımız soru sordu; onu cevaplamaya çalışayım. Bir kere bir değişim yaşandığı kesin. Hızlıdır, yavaştır, sorunludur, sorunsuzdur, bunu bir kenara koyalım; her değişim sorunludur. Her değişim, değişen şeye referansla, onun gücüne referansla kendini bir miktar yeniden üreterek yaşanan bir süreçtir. İkincisi, hiçbir değişim çok hızlı olmaz, gerçekten değişimden söz ediyorsak. Dolayısıyla Milli Güvenlik Kurulu etrafındaki tartışmaları da bu çerçevede algılamak istiyorum. Ve benim için önemli olan, şu aşamada Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sistem içerisindeki yeri etrafında yaşanan değişimlerdir. Çok yol var, yapılacak çok iş var, fakat temel taşların burada yerinden oynadığını göz ardı etmemek gerek. Örneğin Milli Güvenlik Kurulu iki işlev içerir, bunlardan biri kurul, diğeri sekretaryadır. Sekretaryanın en önemli işi fiili anlamda devlet içinde bilgi tekelini elinde tutmaktır. Bu tekelin kırılması, en azından bu tekelin kırılması yönünde adımlar atılması değerlidir. Bir diğer değişiklik ordunun bizatihi içinde yaşanmaktadır. En azından şöyle söyleyebiliriz: Bush döneminde Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’nin komşusu olması, daha sonra Kuzey Irak’ta meydana gelen oluşumlar, şu anda dünyada esen rüzgârlar elbette Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendine yeniden bakmasını kaçınılmaz kılmıştır. Özellikle Kürt sorununda Türkiye’deki ana politika değişimi, askerin değil sivilin taşıyıcı haline gelmesi biraz da bu araçla gerçekleşebilmiştir. Bir değişim yaşanmaktaysa, bunda sadece bir siyasi parti ya da toplumsal dalganın değil, o dönemin uluslararası bölgesel konjonktürünün de önemli bir rolü vardır. Dediğim gibi, Türkiye’nin Silahlı Kuvvetler’inin Kuzey Irak’ta caydırıcı güç olmaktan daha dengeli güç olmaya doğru gidişi ve ana karar mekanizmalarında askercil olanı yerini biraz olsa da siyasala bırakması bu açıdan çok önemlidir. Ayrıca bu kadar büyük bir baskı, değişim baskısı varsa, Silahlı Kuvvetler içerisindeki subayın en azından benim kadar soru soruyor olduğunu düşünüyorum. Bu önemli bir meseledir. Süleymaniye’de yaşanan hadiseden, yani askerin başına çuval geçirilmesinden sonra, şöyle bir hatırlayalım Türkiye’deki tartışmaları. Kimi generaller Amerika ve NATO konseptlerine referansla oluşan bir ordu anlayışının yerini başka bir şeye bırakması arayışına girmiş, daha ulusalcı bir dil, yeni bir savunma konsepti, yeni bir ittifak arayışı karşımıza çıkmıştır. 2003-2004’te ordunun çeşitli kademeleri arasında yaşanan gerilimin temelinde bunun yattığını ve bu noktada da önemli bir tasfiye yaşandığını bugün biliyoruz. Ergenekon etrafındaki gelişmelere baktığımız zaman, bizzat Silahlı Kuvvetler’in içerisinde kimi yeni çatışmaların olduğuna dair çok kuvvetli deliller ortaya çıkmaya başlamıştır. Şu ana kadar dört subay, albay, yarbay ve altı kendi amirlerine suikast yapmak iddiasıyla ve silahlarla, belgelerle gözaltına alınıp daha sonra tutuklanmıştır. Poyrazköy’de bulunan silah depoları, Kafes operasyonunda ele geçen belgeler, Hrant Dink dahil, operasyonlar yapmaya yönelmek ve bizzat kendi amirallerine yönelik bazı operasyonları da varsaymak eğilimini göstermiştir. O zaman şunu söyleyebiliriz: Hilmi Özkökvari bir konsept ile Kılınçvari bir konsept arasında gidip gelen bir geniş yelpaze mevcuttur, bu da içeriden yaşanan bir değişim işaretidir.


 

Katılımcı: Bazı yorumlar yapmak, MGK’nın yapısı ve karar mekanizmaları konusunda bazı eksiklikleri tamamlamak istiyorum. Karar mekanizmaları yapısı içinde mutlaka bahsedilmesi gereken unsurlardan biri, Genelkurmay Başkanlığı’nca atanan bir albayın başkanlık ettiği İç Güvenlik Grubu’dur. Bu grup ilk aşamada araştırmadeğerlendirme dediğimiz yapının bir parçası olarak kuruldu. 2005 yılında bu grup ArDe’den alınarak Milli Güvenlik Kurulu içerisindeki, yine askerlerin yönetiminde olan Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanlığı’na bağlandı. İç Güvenlik Grubu’nun ilgilendiği konular terör, iltica gibi her türlü manipülasyona, yoruma açık, askeri mantıkla okunmaması gereken konulardır ve bu grup askeriyenin altındadır. Bunu belirtmenin önemli olduğunu sanıyorum. İkincisi, TİB’in kaldırıldığını söylediniz. TİB Milli Güvenlik Kurulu kararıyla kaldırıldı, ama bu arada İçişleri Bakanlığı’na bağlı “toplumla ilişkiler büroları” kurulacağı söylendi. TİB’in askeri üyeleri bugün Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde aynı görevi yapıyor. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının artık o kadar etkili olmadığı söylendi. Belki bunu tersten okumak gerek. Bugün gerek irtica tartışması olsun, gerek Kıbrıs konusu olsun, siyaseten yapılan her şeyde Milli Güvenlik Kurulu’nun bir yorumu vardır; MGK bildirilerine bakıldığında da bunu görüyorsunuz. Kuzey Irak örneği verildi. Kuzey Irak’ta da politika değişikliği zaten askerin sivillerle ortak taleplerine dayalıdır. Meseleyi böyle okumak gerektiğini düşünüyorum.

Katılımcı: Türkiye’deki siyasal alanın oluşumu hangi etki altında gerçekleşiyor? Bizim önümüze çok doğru insanlar, çok doğru yapılar sunuluyor da bu topraklardaki insanlar bunlar arasından doğru seçim yapamıyor mu, yoksa zaten sivilleşmeyi önleyen yapıları mı diziyorlar önümüze? Bu soru cevaplandığında birçok sorununun çözülmüş olacağını düşünüyorum. Katılımcı: Eğer toplum olarak gerçekten demokratikleşmek istiyorsak, bu, hem sivil hem askeri alanda ya da askerin sivile olan etkisi anlamında eşgüdümlü gitmelidir. Örneğin EMASYA kim tarafından kontrol ediliyor? Bizim hakkımızdaki bilgiler nasıl toparlanıyor? Bir vatandaş olarak, telefonların dinlenmesi beni çok rahatsız ediyor. Bunu kim denetleyecek? Kendimi güvende hissetmiyorum, bu güveni açıkçası sivillerden de alamıyorum. OYAK’ın vergi muafiyetlerinden söz edildi. Türkiye’nin ekonomik olarak en geri kalmış bölgelerinde, mesela Gümüşhane’nin dağ köylerinde herkes vergisini ödüyor, ama Güneydoğu bütün vergilerden muaf. Bu da milletin sırtında bir yük. OYAK’ın muaf olduğu vergiler de bizim sırtımızda yük olabilir, ama Güneydoğu’nun daha büyük bir yük olduğunu düşünüyorum bu konuda. Bana kalırsa vergi muafiyetleri her alanda kaldırılmalıdır. OYAK üyelerinin maaşlarının yüzde onunun kesildiği ve daha sonra emeklilerin çok yüksek maaşlar aldığı belirtildi. Bunda bir sıkıntı olabilir, fakat şöyle düşünüyorum: En azından kendi maaşlarından kesilen vergiler yine kendilerine gidiyor. Ama bizim maaşlarımızdan kesilen vergiler sayesinde, mesela bir RTÜK üyesi yirmi milyar maaş alabiliyor. Resmi rakam beş-altı milyar gibi görünse de döner sermaye, toplantı katkı payı, huzur hakkı gibi ekler ve üç milyar liralık kira yardımıyla astronomik bir rakama erişiliyor. Asgari ücretin beş yüz lira civarında olduğu ülkemizde bir devlet memurunun bu şekilde maaş alması ve bunların hepimizin vergilerinden kesiliyor olması da bir problem bence demokratikleşme anlamında.


 

Katılımcı: Zaman gazetesinde çalışıyorum. Başbakanın “EMASYA bu kadar ciddi mi?” diye sormasının o dönemde Meclis Araştırma Komisyonu’nun Şemdinli’ye dair raporunu okumamış olduğunu gösterdiğini düşündüm. Bu beni çok daha vahim bir noktaya götürdü; çünkü o raporda Esat Canan imzalı ifadede valinin ordunun yetkisi altında kaldığı ve yapılan operasyonlardan neredeyse hiçbir şekilde haberdar edilmediği ifade ediliyordu. TESEV’in hazırladığı Almanak’ta da yine Hakkari’de yüzden fazla gerçekleştirilen operasyonun yalnızca birinden valinin haberinin olduğu yer alıyordu. Başbakanla olan bu diyalog da dikkate alındığında, bu son açıklamaları, bugünkü Başbakanın Taraf gazetesi aleyhine söylediği sözleri acaba çok mu ciddiye alıyoruz ya da siyaset mi oyun yapıyor, meseleyi ciddiye almıyor?

İsmet Akça: Vergi adaletsizliği bir vakadır zaten, bir sorundur da. Eşitsizlikleri eşit davranarak değil, farklı davranarak aşarsınız; dolayısıyla Güneydoğu’nun vergiden muaf olması çok anlaşılır bir durumdur. O bölgeye yönelik teşvik edici uygulamalar tam da var olan bir eşitsizliği aşmayı amaçlamaktadır. Bir çeşit pozitif ayrımcılıktır bu, eşitsizliklerin aşılmasında da önemli bir mekanizmadır. Herhangi bir eşitsizliği aşmak söz konusu olduğunda, eşitsizlik denkleminin güçlü tarafında duranlara yönelik muafiyetlerin sorgulanması gerekir. OYAK da bu anlamda Güneydoğu’yla karşılaştırılamaz. OYAK kaldıracın güçlü olan tarafındadır. Maaşlar konusuna gelince, yapılan kesintiler emeklilik ikramiyesi olarak geri dönmektedir, maaş değil. Fakat bu o kadar düz bir mesele değildir; herkes pastadan farklı bir şekilde nemalandığından, özellikle alt kademedekiler bu konuda ciddi eleştiriler ortaya koymaktadır. Benim sorunsalım açısından ise belirleyici olan mesele bu değil, OYAK’ın bizatihi kendisinin varlığıdır.

Ali Bayramoğlu: Hayatta doğrular yanlışları götürmez, yanlışlar da doğruları götürmez. Telekulak vahimdir, ama telekulak vahim diye diğer tarafı görmezden gelmek ya da -bugün madem mevzumuz- asker-sivil ilişkilerine telekulak sorusunu aktararak, “Bu ilişkilerden daha önemli değil mi telekulak?” demek bana çok doğru gelmiyor. Temel olan ilkedir. Siyasi alanın genişlemesi demokratikleşmenin ön koşuludur, gerekli koşuludur, ama hiçbir zaman yeterli koşulu değildir. Yeterli koşul o sivil alanda sivil değerlerin filizlenmesidir. Ama yeterli koşulu ararken gerekli koşulu göz ardı etmenin ya da ait olduğumuz kesimler içinden, kavga üreterek buraya bakmanın pek doğru olmadığını düşünüyorum. Siyasi alan sorusuna gelince… “Siyasi alan nasıl oluşuyor?” sorusu farklı bir tartışmanın konusudur. Siyasi alan bir dizi faktör içerir. Tarihsel faktörler, toplumsal faktörler, uzlaşma kültürü, siyasi kültür gibi unsurların bir arada ele alınması gerekir. Biz parçalanmış bir siyasi alan, parçalanmış bir siyasi algı içerisinde yürümek zorundayız. Bunun içerisinden birtakım doğrular üretebiliyor muyuz, önemli olan budur. Mesela Dersim meselesinde “Bu bir katliamdır” demeye doğru gidilebiliyor mu? Sabah gazetesi, Hürriyet gazetesi, büyük televizyonlar artık katliamı savunma yerine, “Bu katliamdır” demeye doğru gidecek bir baskı altında mı? Toplumlaşmak, bireyler arasında paralellikler kurmak, parçalanmışlığı gidermek işte bu tür pratik deneyimlerle, alınan yollarla olur. Bugün Türkiye’de demokrasiyi tanımlarken, 1980’li yıllarda kadından, başörtüden bahsediyorduk. Bugün gayrimüslimi görmeden, onun varlığını ve farklılığını görmeden demokratlık kriteri yerine gelmemiş olur; dolayısıyla bu bağlar, bu parçalanmışlık bağları adım adım kurulur. Ben karamsar değilim, tam tersine umutluyum. Sivil otoritenin ne kadar sivil olduğu benim için çok önemli değildir. Bu toplumdaki gelişmelerin o otoriteyi ne kadar sivil kıldığıdır önemli olan. Sünni İslamcı geçmişten gelip Meclis’te “Dersim bir katliamdı” diyorsa Başbakan, ben bunu önemsiyorum.

Kaynak: Kaynak: Türkiye Siyasetinde Ordunun Rolü Asker-Sivil İlişkileri, Güvenlik Sektörü ve Sivil Denetim adlı kitap ISBN 978-605-88952-2-5. Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği İnönü Caddesi, Hacı Hanım Sk. No: 10/12 34439 Gümüşsuyu – İstanbul +90 212 249 15 54



Çevrimiçi Ziyaretçi

16747 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Köşe Yazarı



Son Köşe Yazısı

Köşe Yazarı



ANKET

Oyak çalışanlarından memnunmusunuz
  • Toplam oy: (0%)
  • Toplam oy: (0%)
Toplam oy:
İlk oy:
Son oy:

ANKET

OYAK'ta yolsuzluk yapılıyor mu?
  • Toplam oy: (0%)
  • Toplam oy: (0%)
Toplam oy:
İlk oy:
Son oy:

ANKET

OYAK nemasından memnunmusunuz
  • Toplam oy: (0%)
  • Toplam oy: (0%)
Toplam oy:
İlk oy:
Son oy:

ANKET

OYAK yatırımlarından memnunmusnuz
  • Toplam oy: (0%)
  • Toplam oy: (0%)
Toplam oy:
İlk oy:
Son oy: