BİRİNCİ OTURUM: Türkiye Siyasi Sistemi ve ORDU
Cengiz Çandar (Oturum Başkanı) Konularına son derece hakim konuşmacı arkadaşlarla birlikte bu paneldeyiz. Aslında panelin içeriği ilginç bir gelişmeyle örtüştü ve kesişti. Bundan iki üç gün önce, ordu içindeki birtakım oluşumlara ilişkin yeni bir belge ortaya çıktı. Deniz Kuvvetleri bünyesinde oluşmuş bir cunta faaliyetine ilişkin, isimlerin de belli olduğu bu belge bugüne kadar görülenlerin en vahimidir. Türkiye’de gayrimüslim vatandaşlara yönelik -cinayet, sabotaj dahil- birtakım provokasyonlarla bir iç gerilim yaratmayı ve bu iç gerilimin günahını, sorumluluğunu gayrimüslimlere yönelecek provokasyonların ortaya çıkaracağı nedenlerle Müslümanların ve bu kesimin siyasi temsilcisi gibi algılanan, medya aracılığıyla da böyle algılanmasına imkân verilen siyasi iktidarın üstüne yıkmak, dolayısıyla mevcut siyasi iktidarı faullü yollardan bertaraf etmek amacına yönelik olan bu belge çok sayıda fişleme faaliyetini de içermektedir; Agos gazetesinin abonelerinin kayıtları, ülkede ne kadar gayrimüslim olduğu, ne tür faaliyetler gerçekleştiği gibi ayrıntılar bunlardan bazılarıdır. Belgenin tarihi de önemlidir, çünkü Ergenekon soruşturması çerçevesinde elde edilmiş, o kapsamda bulunmuş, ama daha henüz iddianamesi hazır olmadığı için dışarıya sızmıştır. Bu durum söz konusu belgenin hukuki, usul hukuku anlamında hazırlık soruşturmasına konu olduğunu ortaya koyar. Yine Ergenekon iddianamelerinde yer alan ve üzerinde çeşitli spekülasyonlar olan, Özden Örnek’in veya şu anda yargılanmakta olan Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay’ın notları, günlükleri de öyle midir, değil midir? “Islak imza gerçekten ıslak imza mıydı, değil miydi” gibi spekülasyonlara zemin oluşturan nitelikte bir belge değildir söz ettiğimiz; şu anda tutuklu olan bazı Deniz Kuvvetleri mensuplarından çıkmış CD kayıtlarıyla, belli ölçülerde kendisini doğrulamıştır. işin en ilginç tarafı da Mart 2009’a ait olduğundan, “Artık Silahlı Kuvvetler öyle değil” diyebileceğimiz bir durum söz konusu değildir. Altı-yedi ay önce hazırlanmış olduğu anlaşılan bu belge, Silahlı Kuvvetler’in günümüzdeki içyapısının irdelenmesine, sorgulanmasına, otopsi masasına yatırılmasına davet çıkarmaktadır. Hükümet -daha doğrusu önce Başbakanlık- bir açıklamayla, hazırlık soruşturmasında olduğunu, dolayısıyla masumiyet karinesinin işlemesi gerektiğini söyleyerek, belgeyi yayımlayan gazeteye karşı bir tepki ifade etti ki, pek rastlanmış bir şey değildir bu. Ardından -hepiniz farkındasınızdır- Genelkurmay da suç duyurusunda bulundu, hazırlık soruşturmasının ihlaline ilişkin; ama bu kez gerek Başbakanlık, gerek Genelkurmay belgenin sahteliği üzerinden bir iddia ortaya atmadı; yalnızca hazırlık soruşturması sırasında usul hukuku kurallarının ihlali anlamında gündeme getirilmesinden duyulan rahatsızlık ifade edildi. Ama aslında en önemli rahatsızlık, Silahlı Kuvvetler’de üreyen belgeler içinden şu ana kadar ortaya çıkanlar arasında en vahim olan bu belgenin Türk medyası tarafından akıl almaz bir karartmaya tabi tutulmasıdır. Bütün bunlar bu paneli, bugünkü çalışmayı daha da anlamlı kılmakta; bu yüzden de böyle bir durumun ortaya çıkmasıyla bu panelin buluşma noktasında, oturumumuzu başlatacağız.
Devlet Geleneği Geleceğe Dair Genel Bir Çerçeve Ali Bayramoğlu : Türkiye’de ordunun rolünün, askeri vesayet geleneğinin nasıl bir temele dayandığının, bu yerleşik yapıya oranla nerede olduğumuzun, nasıl bir değişim geçirdiğimizin, nasıl bir tartışma içinde yer aldığımızın altını çizmeye çalışacağım. Bizim askeri vesayet geleneğimizle ilgili benim sık kullandığım iki kavram vardır. Bunlardan birincisi “özerklik” kavramıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri siyasal sistem içinde, daha doğrusu devlet sistemi içerisinde yasal bir destekle özerk bir konuma sahiptir. Bu özerk konum üç temel özerklik, alt özerklik tarafından desteklenir. Birinci alt özerklik mali özerkliktir; Türk Silahlı Kuvvetleri kendi bütçesini, kendi harcamalarını, siyasi iktidardan, yasama organından ve denetim mekanizmalarından azade bir şekilde hazırlar. ikincisi idari özerkliktir; iç yapılanma, iç denetim mekanizmaları tamamen içe kapalı bir şekilde düzenlenmiştir. Üçüncüsü politik özerkliktir; asker-sivil ilişkileri arasındaki yetki-sorumluluk mekanizmasının kâğıt üzerinde kalmasından, Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakan karşısında sorumlu olmakla birlikte, bu sorumluluğu siyasi güç dengeleri içerisinde bağımsız bir konuma kavuşturmasından kaynaklanır. Bu özerklik kavramı aslında temel bir işleve işaret eder: Türk Silahlı Kuvvetleri kendisini denetletmez. Ne harcamalar açısından, ne askeri faaliyetler açısından, ne idari işlemler açısından bir denetim söz konusudur. Buna karşılık, kendisini denetleyici bir güç olarak tasarlar. kinci kavram “merkezileşme” kavramıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’de çok az altını çizdiğimiz aşırı merkezi yapısı vardır. Bu, Batı ordularıyla karşılaştırdığımızda daha çok anlaşılabilir bir yapıdır. Bu yapıda Genelkurmay başkanı askeri olandan hukuki olana kadar, askeri olanla ilgili tam bir mıknatıs görevini yapan ve tüm yetkileri kendisinde toplayan bir gücü ifade eder.
Batı örneklerine baktığımız zaman temel olarak gördüğümüz şudur: Genelkurmay başkanlıkları birçok ülkede emir-komuta mekanizmasının tepesinde bulunmaz. Her kuvvet -deniz kuvveti, kara kuvveti, hava kuvveti- ayrı ayrı emir-komuta mekanizmasına sahiptir ve Genelkurmay başkanı kuvvetler arasında koordinatör görevi yapar. Genelkurmay başkanlarının emir-komutayı devralması ancak dış ülkelere yapılan operasyonlar söz konusu olduğunda, yine koordinasyon gereğiyle olur. Anlamı şudur söz konusu düzenlemelerin: Askerin içerisindeki çeşitli birimler, kuvvet birimleri, farklı yollardan sivil kanallara ve alanlara bağlıdır. Ve sivil denetim temel olarak ordunun içerisinde gücün tek elde toplanmasını engelleyen bir ilkeden yola çıkar. Bu, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün teokratik hukuk devletlerinde en önemli ilkelerden biri olarak karşımıza çıkmıştır. Türkiye’ye baktığımız zaman bunun tam tersini görürüz. Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı dışında sivil otorite karşısında hiçbir muhatap yoktur. Deniz, Hava ve Kara Kuvvetleri, Jandarma Komutanlığı dahil olmak üzere, hepsi emir-komuta içerisinde bütçeleri itibariyle, idari eylemler ve askeri eylemleri açısından Genelkurmay Başkanlığı’na bağlıdır. Tabii bu durum Genelkurmay Başkanlığı’nın, askeri yargıçların, Yüksek Askeri iidare Mahkemesi’nin yüksek yargıçlarının dahi sicil amiri olmasını gerektiren bir aşırı merkezileşmeyi doğurur. Merkezileşme özerk yapıyı pekiştiren, onun tuğlasını oluşturan çok önemli bir unsurdur; içe yönelik denetlenmenin bütün kapılarını kapatan yapıdır.
Bu özerk yapı ve aşırı merkezi askeri yapının nasıl çalıştığına ya da bunun nasıl mümkün olduğuna baktığımız zaman ise karşımıza iki unsur ya da iki gelenek çıkar. Türk devlet geleneğinde yetki-sorumluluk mekanizması askeri vesayet ilkelerinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiştir. Bu mekanizma, hukuk devletlerinde bir yetkiye sahip olanın bu yetkiden dolayı sorumluluk taşımasını ifade eder. Yetki ile sorumluluk arasındaki kopukluk, denetimsizliği, otoriterleşmeyi beraberinde getirir. Türkiye örneğinde temel mekanizma, yetki-sorumluluk ilişkisindeki bozukluk olarak karşımıza çıkar. Bunu konumuzla ilgili olarak, askeri yapının devlet içindeki özerk yeriyle ilgili olarak en açık şekilde Milli Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasındaki ilişkide görürüz. Milli Savunma Bakanlığı askeri bütçeden, askeri bütçenin hazırlanmasından sorumlu kurum olmakla birlikte, bu konuda herhangi yetkiyi haiz değildir. Buna karşılık tüm yetki Genelkurmay Başkanlığı’na aittir ve Genelkurmay Başkanlığı bu yetkilerden dolayı siyasi sorumluluk taşımaz. Tabii bu yetki-sorumluluk bozukluğu -takdir edersiniz ki- yetkiye sahip bir yapının sorumluluktan azade ve muaf olmasıyla birlikte, beraberinde denetimsizliği ve aşırı siyasallaşmayı getirir. Ve bu kurumun siyasal alanda hareket etme imkânını elde etmesi için gerekli koşulları devreye sokar. ilk unsur ya da gelenek işte budur. ikincisi unsur Türk devlet anlayışının alan ayrışması “prensibi”dir. Buna göre, Türk siyasal sistemi devlet alanı ile siyasi alanı birbirinden ayrıştırır. Birbiriyle ilişki içerisinde olması, birbirini tamamlaması ve yetki-sorumluluk bütünlüğü çerçevesinde algılanması gereken bu iki alan -devlet alanı ve siyaset alanı- iki ayrı yapı olarak tasavvur edilmiştir. Devlet aktörleri ve askeri bürokrasi tarafından kontrol edilen devlet alanı Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde karşımıza çıkan değişmez politikaların, değişmez tanımların, değiştirilemez unsurların belirlendiği, resmi politikaların üretildiği alandır. Buna karşılık siyasi alan, bu prensiplerin işletme alanı olarak tasavvur edilmiş ve düzenlenmiştir. iki alan arasındaki ilişki hiyerarşiktir. Devlet alanı daha tepede, siyasi alan tabii olarak daha alttadır.
Türk siyasi tarihi, devlet alanının sürekli genişlemesine, siyasi alanın sürekli daralmasına, siyasi konuların gitgide devletleştirilmesine tanıklık etmiştir; laiklikten eğitime, Kürt meselesinden dış politikaya kadar zaten devlet alanının içinde telakki edilen konulara, kriz çıktığında ya da gerektiği anda diğer konular eklenmiş, bunlar devlet alanının içine aktarıldıkları andan itibaren siyasi özelliklerinden arındırılarak tartışmaya kapatılmıştır. Yetki-sorumluluk mekanizmasında bozukluk ile siyasi alan-devlet alanı arasındaki ayrışma sadece fiili değildir; yasalar tarafından düzenlenmiş ve teminat altına alınmıştır. 1982 Anayasası’ndan başlamak üzere, onun altındaki tüm mevzuata ve mevzuatın çeşitli kademelerine, yasalara, yasalardan genelgelere, yönetmeliklere kadar uzanan düzenlemeler mekanizması bu iki unsuru temel almıştır. Özetleyecek olursak, askeri vesayet geleneği devlet içi mutlak özerklik ve ordu içi aşırı merkezilik üzerine oturan, askeri bünyeye kendisini denetlememe, buna karşılık siyaseti sürekli denetleme imkânı veren bir yapı olarak tanımlanabilir. Şimdi başka bir düzeye geçelim: Bu askeri vesayet yapısı nasıl işler, işliyor? Karşımıza üç katman çıkar. Birincisi yasal katmandır. Bu yapı yasalar ve anayasalarla güvence altına alınmıştır. Yüksek Askeri idare Mahkemesi’nin varlığından Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin varlığına, iç Hizmetler Kanunu’nun 35. maddesinden Sayıştay Kanunu’nun askeri mal ve harcamalardaki denetim sınırlamalarını öngören ilgili maddelerine kadar mevzuat bu çerçeveyi tüm ayrıntılarıyla garanti altına alır. Milli Güvenlik Kurulu’na ilişkin kanun, bugün hâlâ milli güvenliği tanımlarken devlet alanı-siyasi alan ayrımını çok hassas bir şekilde korur; milli güvenlik kavramının geniş ve muğlak kapsamını -ki değiştirilmemiştir- ve bir yönüyle devlet alanının tarif ve tanımını içerir. ikinci katman yönetmeliklere, protokollere ilişkindir. Bu katman son derece önemlidir, çünkü yönetmelikler ve protokoller sıkça, askeri vesayeti yasaların ve anayasanın öngördüğünden daha derine indirir. Bu düzenlemeler yasaları tersine çevirme, delme ve derinleştirme işlevine de sahiptir. Yasaların yürütmeye tamamlaması için bıraktığı yönetmelik alanının genişliği, gerçek bir iktidar aracı ve yasaları yeniden düzenleme ve belirleme alanı olarak karşımıza çıkar.
Örneğin Emniyet Asayiş Yardımlaşma ile ilgili bir protokol vardır. Bu protokol EMASYA adı altında hepimizce bilinmektedir. EMASYA gerekli hallerde sivil otoritenin askeri yardıma çağırmasını öngören yasaya, yani iller idaresi Kanunu’na istinaden hazırlanmış bir uygulama protokolüdür.
Bu protokol yasayı tamamen ters yüz etmiştir; yani adeta askerin önce müdahale edip sonra da sivil birimlere “Ben müdahale ettim, bilgin olsun” demesini varsayacak kadar ters yüz edilmiş bir yapıyı karşımıza çıkarmıştır. Daha da önemlisi, toplumdan gelecek tehlikeyi sürekli saymış ve bu tehlikenin sürekli olarak değerlendirilmesi için Türkiye’nin bütün garnizonlarında güvenlik ve istihbarat birimleri kurmuştur. Bugün hâlâ bu istihbaratların koordinasyonu garnizonlar içerisinde MİT’in ve Emniyet’in ilgililerinin katılımıyla yapılmaktadır. Bu, asayiş alanını askerileştiren, askeri otoritemülki idare ilişkilerini ters yüz eden bir uygulamadır. Böyle pek çoğu gizli olan çok sayıda protokol ve yönetmelikten söz edebiliriz. Üçüncü katman fiili katmandır. Fiili katmanda ne olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Muhtıralar, askeri açıklamalar, siyasal sistemin asabını bozan, yargıyı doğrudan etkileyen, sistemi kilitleme gücüne sahip olan güç gösterisi, güç tehdidi üstüne dayanan çıkışlar bu fiili alanın önemli ayaklarından birini oluşturur. Son örneğini bir muhtıra girişimi olarak 2007’de gördük. Fiili alanda Cengiz Çandar’ın belirttiği unsurları saymamızda da fayda var. Bunlar psikolojik harekâtlar ve toplumu takip girişimleridir. Toplumu şekillendirme ve yönlendirme konusunda mikro düzeyde politikalar, Batı Çalışma Kurulu’nda ya da Deniz Kuvvetleri Komutanlığı içerisinde oluşturulan gruplarda karşımıza çıktığı gibi, bütün toplumu fişleyen, tasnif eden faaliyetlere girmek bu girişimlerin özünü oluşturur. iç içe girmiş bu üç katman -yasa/anayasa, yönetmelik/protokol ve fiili katmanTürkiye’de askeri vesayet gücünün ne kadar derin olduğunu gösterir. Kurumsal olarak sistemin kılcal damarlarına kadar hâkim olmuş bir mekanizma vardır. Bugün bu sisteme oranla neredeyiz? Türkiye bu konuda büyük bir hamle içindedir; 1999 yılından itibaren 2002’de artan bir şekilde (2002’de çıkan yedinci yıl paketiyle birlikte çok önemli adımlar atılmıştır) bir demilitarizasyon süreci başlatmıştır. Birinci katman açısından anayasal düzeyde ve yasal düzeyde birçok yeni düzenleme yapılmıştır.
Mali otorite konusunda da bu özerkliği kırmak için adımlar atılmış, yasa değiştirilmiş, askeri harcamalar ve askeri mallar denetime tabi kılınmıştır. Milli Güvenlik Kurulu Kanunu’nda yapılan değişiklikler son derece önemlidir; zira askerin çeşitli kurumlardaki temsili varlığını yapıdan kaldıran düzenlemelere gidilmiştir. Bunun dışında idari özerklik konusunda hiçbir adım atıldığı söylenemez. Yüksek Askeri idare Mahkemesi henüz varlığını sürdürmektedir. Merkezileşme konusunda ordunun içerisindeki merkezi yapıya ilişkin hiçbir adım atıldığı söylenemez. Bununla birlikte kabul etmek gerekir ki, hâlâ yasal ve anayasal düzeyde alınacak çok yol vardır ve Türkiye sivilleşme sürecinin henüz başındadır. Yönetmelik ve protokoller katmanındaki en önemli gelişme MGK’nın gizli yönetmeliğinin şeffaflaştırılması ve bu yönetmelikteki yasayı aşan icrai yetkilerin kaldırılmasıdır. Ama yönetmelik ve protokollerin baskın işlevlerine ilişkin bakış ve yapıda genel sistematik bir değişiklik olmamıştır. Nitekim yasaları aşan birçok gizli ve açık yönetmelik varlığını sürdürmektedir. Jandarmayla ilgili yönetmelik boşluğu devam etmektedir. EMASYA’ya ilişkin de bir adım atılmamıştır. Bunlar ciddi karanlık noktalar oluşturmaya devam etmektedir. Fiili alana gelince, fiili alan belki şu anda yaşadığımız en hareketli alan olarak, Silahlı Kuvvetler ile sivil iktidar arasında gerginlikler ve karşılıklı taktik salvolara tanıklık yapmaktadır. Asker ile sivil arasındaki politik düzeyde ya da güç ilişkileri düzeyindeki ilişkiler bugün özellikle Ergenekon davası etrafında yaşanmaktadır. Bugün itibariyle bakıldığında alanı daralan bir asker, alanı genişleyen bir iktidar görüntüsü vardır. Toplumsal düzey açısından bakınca askeri vesayetin karanlık tuğlalarının ortaya çıkıyor olması ordunun en önemli yakıtı olan toplumsal meşruiyet, toplumsal destek ihtiyacını önemli ölçüde kırmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sadece siyasi işlevi değil, askeri işlevi de tartışılır bir noktaya gelmiştir. Bu, dolaylı olarak askerin devlet içerisinde tuttuğu alana ve resmi politikalarının oluşum mekanizmalarına yönelik bir eleştirinin doğmaya başlaması demektir. Ancak tekrar edeyim yol uzun. Askeri vesayet rejiminden arınmak çok kolay değil. Arjantin, Brezilya gibi örnekler yirmi beş-otuz yıl boyunca yol aldı ve radikal önlemlerle bu işi becerdi. Türkiye bu yola daha yeni çıktı ve önümüzdeki dönemde ufuğun açık olduğunu düşünüyorum. Çizeceğim çerçeve böyle.
Cengiz Çandar: Diğer arkadaşlara geçmeden önce soru cevap bölümünde gündeme gelme ihtimali bulunan bir konu olmakla birlikte, burada çizilen gayet çarpıcı çerçeveyi tamamlamak bakımından şimdiden bir soru yönelteyim. Ortaya çıktığı andan bu yana, yani yaklaşık on bir yıldır EMASYA üzerine yazıyorsun ve daha o zaman dikkat çekmiştin. işin ilginç tarafı, EMASYA 28 Şubat sürecinde dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’a imzalattırılarak gündeme gelmişti ve yine gayet iyi hatırlıyorum, Erbakan gittikten hemen sonra, Mesut Yılmaz hükümetinin üçüncü günü içişleri Bakanı tarafından imzalandı.
Ali Bayramoğlu: Evet, Başbakanlık Kriz Masası Yönetmeliği konusundaydı.
Cengiz Çandar: Bir toplantıda Erbakan’ın dikkatini çekmiştin, “Bu iş şu noktaya gidiyor, ne yaptığınızın farkında mısınız?” diye, o da itiraz etmişti. Netice itibariyle soracağım şu: EMASYA ve benzeri yönetmelikler senin dile getirdiğin gibi yasaları tersine çevirme özelliğine sahip ve askeri vesayet rejimi muhkem kılan yasal çerçeveyi oluşturuyor. Bir yandan mevcut iktidar 28 Şubat’ın doğrudan hedefi olarak, ondan birinci derecede zarar görmüş bir siyasi kadronun elinde ve senin sivilleşme, demilitarizasyon dediğin adımları atmakta da önemli rol oynadı. Bu konuya muhtemelen daha sonra geleceğiz, ama örneğin Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısını, hatta işlevini değiştiren kanun, Avrupa Uyum Yasaları, veya şimdi bizzat kendi bakanlarını doğrudan ilgilendiren, askeri vesayetten kurtulmayı gerektirecek EMASYA düzeyindeki yönetmelik değişiklikleri -kendi siyaset alanlarını daraltan bir işlev gördüğü açıkken- gibi konularda hiç adım atmadılar; ama güç ilişkileri içinde beklenmedik önemli adımları attılar.
Ali Bayramoğlu: Haklısın, Erbakan ve Çiller’e böyle bir soru sormuştum, ama o Başbakanlık Kriz Masası Yönetmeliği’yle ilgiliydi. EMASYA’nın imzalanması 1997’de Erbakan hükümetinin hemen devrilmesinden sonra, Mesut Yılmaz hükümeti döne- 16 Türkiye Siyasetinde Ordunun Rolü mindedir. Ama sosyete fişlemesi çıktığı zaman EMASYA konusunda Başbakan’a da bir soru sordum. Şimdiki Başbakan’a bir gezide anlattım. (O sormuştu daha doğrusu, “Nedir EMASYA?” diye.) “Olur mu böyle şey, kaldırırız biz bunu hemen!” dedi. Ben de “Kolay kaldıramazsınız” demiştim ve kaldırılmadı. Bu, siyasetçinin askerle kurmuş olduğu ilişki kadar, EMASYA’ya işaret ettiği derinlikle de ilgilidir. incelediğimiz zaman Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iç güvenlik doktrini ve iç güvenlik yapılanmasını EMASYA üstünden kurduğunu, Güneydoğu’daki bütün birliklerin ve bütün yapılanmanın EMASYA üstünden oluşturulduğunu anlıyoruz. EMASYA sadece askerin bir dönem islami tehlikeyi kontrol etmesi için oluşturulmuş bir mekanizma değil, olağanüstü halin kaldırılmasından boşalan boşluğun nasıl doldurulacağı sorusuna verilen bir yanıttır. Buna göre bir birlik düzenlemesi vardır. Mesela herhangi bir bölgede vali iç güvenlik harekâtının başladığına karar verdiği andan itibaren, o bölgedeki bütün güvenlik güçleri, en üst askeri komutana tabi olarak faaliyet göstermeye başlar. Bu, olağanüstü halin bir unsurudur ve değişebilmesi için, sivil birimlerin bir güvenlik fikrine, bir güvenlik konseptine, bir güvenlik stratejisine sahip olmaları, mevcut yapıyı ikame etmeleri gerekir. Bu stratejiye sahip olmadan askerin karşısında yol almaları çok kolay değildir. Muhtemelen buradaki güvenlik meselesi öyle bir şekilde anlatılmıştır ki sivil iktidara ve sivil iktidarın o kadar alternatifi yoktur ki, sisteme kimse dokunamamaktadır. Siyasi iktidarın alternatifi bulunmamakta, çünkü bilmiyor; çünkü asker tarafından kontrol edilen müthiş bir bilgi tekeli söz konusudur ve o alanın içine girmek zaten söz konusu değildir. Dolayısıyla bu durum bir tür kurumsal kader haline çevrilmiştir. Başbakan muhtemelen o konuşmadan ve okuduklarından sonra EMASYA ile ilgili bilgi almış, sorunca “Aman, bu çok önemli efendim” denmiştir kendisine; başka türlü açıklamak mümkün değil. Jandarmayla ilgili durum da aynıdır; jandarma kendi başına bir güçtür. DTP bir raporunda bu konuda ısrar edip Jandarma Genel Komutanlığı’na (JGK) bazı sorular sorunca “Jandarmanın bağımsızlığı Türk demokrasisinin garantisidir” şeklinde bir yanıt almıştır. Hangi demokrasi? Türkiye’de seksen bir il ve seksen bir ilde seksen bir alay komutanı vardır. Bu alay komutanlarının hepsi 1987’den, yani JİTEM’in kurulduğu tarihten itibaren bu tezgâhtan geçmiş, hepsi bu sistemin en can alıcı, en imha edici mekanizmalarında görev almıştır. Bugün karşımızdaki bu bağımsız jandarma teşkilatı sadece bir imha makinesi değil, aynı zamanda resmi politikaların denetimsiz şekilde uygulandığı bir makinedir. Buna da müdahale etmelidir hükümet. Ama bu çok kolay değildir, çünkü iktidar o kadar sivil değildir. Bu noktada gerçekten bir konsept yaratacak birikime de sahip olmadıklarını düşünüyorum.
Kaynak: Türkiye Siyasetinde Ordunun Rolü Asker-Sivil İlişkileri, Güvenlik Sektörü ve Sivil Denetim adlı kitap ISBN 978-605-88952-2-5. Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği İnönü Caddesi, Hacı Hanım Sk. No: 10/12 34439 Gümüşsuyu – İstanbul +90 212 249 15 54